Archive for the ‘Genel’ Category

h1

Filistinliler Toprak Sattılar mı?

22 Nisan 2010

Filistinliler Toprak Sattılar mı?

Bir kardeşimiz Filistinlilerin toprak sattıklarına dair iddialara gerekçe olarak kabul edilen ve tarihî kaynaklardan çıkarılan bazı bilgiler çerçevesinde yazılmış makaleyi göndererek bu bilgilerin doğruluk derecesini sormuş. Aslında bu makalede dayanılan bilgiler, Filistinlilerin toprak sattıkları iddialarının genelleştirilmesi anlayışının tutarsızlığını ortaya koymaktadır. Makalenin orijinal şekli aşağıdadır. Arzu edenler okuyabilirler. Fakat makaleyi okuyanlara bizim cevabımızı ve daha önce konuyla ilgili bir soruya verdiğimiz cevabı da mutlaka okumalarını tavsiye ediyoruz.

Tarih ve Düşünce dergisinde yayınlanmış olan ilgili makalenin dipnotlarıyla birlikte tam metni:

Filistin’i Kim Sattı?

Yahudilerin, Filistin’e yönelik yerleşme, yurt ve bağımsız ülke kurma operasyonları, Temmuz 1882’lerde resmen başlamıştır. Önceleri Batılı Yahudi zenginlerin Filistin’den para ile Yahudiler için Osmanlı’dan toprak satın alma girişimleri ile başlayan bu operasyonlar, Siyonizmin lideri Theodor Herzl’in 1896-1902 yılları arası tam beş defa İstanbul’u ziyaret ederek amacına ulaşmak için yaptığı girişimlerle yeni bir boyut kazanmıştır.(1) II. Abdülhamid, Theodor Herzl’in her teklifini -vaat ettiği para ve medya desteğine rağmen- kesin bir dille reddetmiş, padişah, arkadaşı Newslinski aracılığı ile Theodor Herzl’e şu ültimatomu göndermişti:

“Eğer Bay Herzl, senin arkadaşın ise ona söyle, bu meselede ikinci bir adım atmasın. Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim, bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan, tekrar kanlarımızla örteriz. Benim, Suriye ve Filistin alaylarının askerleri birer birer Plevne’de şehit düşmüşlerdir. Bir tanesi bile geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Devlet-i Aliyye bana ait değil, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Musevîler milyonlarını saklasınlar, benim imparatorluğum parçalandığı zaman, Filistin’i karşılıksız ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz parçalanarak, bu ülke taksim edilebilir. Ben, canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına asla müsaade edemem.(2)

“Filistin’i satmayız”

Fakat buna rağmen bugün olduğu gibi dün de Yahudiler Avrupa’da “Ermeni Meselesi”nde Türkiye’yi destekleyecek, Osmanlı’nın Avrupa’daki borçlarını ödeme girişiminde bulunacak, hatta 30 milyon sterlini bulan tüm Osmanlı borçlarını Filistin’e karşılık tasfiye etme ve ödeme girişiminde bulunacaklardı. Hiç olmazsa Hayfa dahil Akkâ sancağı kendilerine verilmeliydi. Fakat Osmanlı yetkilileri, buna karşılık, Yahudi girişimcilere ekonomik bazı imtiyazlar verebileceklerini, ama asla Filistin’i vermeyeceklerini söylüyorlardı. Washington’daki Osmanlı Büyükelçisi Ali Ferruh Bey, 24 Nisan 1899’da bir Amerikan gazetesine verdiği demeçte “Ceplerimize milyonlarca altın doldursalar, hükümetimiz Arap memleketlerinin hiçbir bölümünü satmak niyetinde değildir” diyordu. Ali Ferruh Bey aynı beyanatında, Filistin meselesinin ekonomik değil, siyasî bir mesele olduğunu, bu nedenle de Maliye Nezareti’ni ilgilendirmediğini söylemişti.(3)

Siyonistlere tedbir

II. Abdülhamid, sadece Siyonistlerin teklifini reddetmekle kalmamış, onlara karşı Filistin’e yerleşmemeleri için etkin önlemler de almıştı. Bu nedenle de büyük güçler nezdinde diplomatik girişimlerde bulunulmuş, Musevîlerin Siyonistleşmesini engellemeye çalışmış. Duhûliye Nizamları hazırlatmış, Siyonistlerin yabancı himaye elde etmelerini önlemek için çaba harcamış ve Filistin’den Yahudîlerin arazi satın almalarını yasaklamıştı. (…) 1867 tarihli Osmanlı Arazi Kanunnamesi, Mûsevîlerin Kutsal Topraklar’da arazi almalarını engellemiyordu. 5 Mart 1883’de çıkarılan yeni kanun yabancı Siyonistlerin Osmanlı ülkesinde taşınmaz mal satın almalarını yasakladığı halde, Osmanlı vatandaşı olan Yahudilere herhangi bir yasak getirmiyor, bu nedenle de yerli Yahudilere Siyonist örgütlerce para verilerek, bölgede önemli bir toprak parçasının Siyonistlerce satın alınması sağlanıyordu.

Filistin’i satanlar

15 Ağustos 1893’de üç Filistinli yöneticinin gönderdiği bir rapor, Filistin’de yaşananları, ihanet ve gafletleri bir bir ortaya koyuyordu. Raporu, Akkâ’nın eski Umumî Müdürü Nabluslu Muhammed Tevfik, Bihke’nin eski Reji Müdürü Muhammed Said ve Bihke’ye bağlı Bihar Nahiye Müdürü Beyrutlu Suphi Efendiler hazırlamışlardı. Bu iki sayfalık önemli raporu sadeleştirerek ve kısaltarak Filistin’i kimlerin sattığını merak edenlerin dikkatlerine sunmak istiyoruz.(4)

“Romanya ve Rusya göçmeni Yahudilerin Osmanlı ülkesinde, özellikle Filistin’de iskânları, Filistin’e girmeleri ve burada arazi satın almalarının padişahın yüce emri ile yasaklandığı herkesçe bilindiği halde, bazıları özel çıkar ve menfaatleri, bazıları da bozguncu, zararlı fikir ve düşüncelerinin etkisiyle bu emre uymamışlardır. 1890 senesinde Yafa ve Hayfa kasabalarında Baron Hirsch’in adamları Mösyö Henger ve Mayer Zelyan aracılığı ile Yahudiler için toprak satın alınmış, Rus tebaası 140 aile Hayfa havalisine yerleştirilmişti. Bu işte onlara Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa, eski Hayfa Kaymakamı Mustafa Efendi Kanevetti, yeni Hayfa Kaymakamı Ahmed Şükrü, Akkâ Müftüsü Ali, Hayfa Belediye Reisi Mustafa ve Hayfa İdare Meclisi Azâsından Necip Efendi aracılık yapmışlardı. Bu ekip, düzenledikleri sahte mukavele ve belgelerle eski Adana Mutasarrıfı Şakir Paşa ve Cebel’i Lübnan ahalisinden Selim ve Nasrullahi’l-Havarî’nin vaktiyle 800 liraya aldıkları Hayfa yakınlarındaki mülkleri; Hazire, Dordore ve Nefbâte çiftliklerini 18.000 liraya satmış, ayrıca kendileri de 2.000 lira aracılık parası almışlardı. Bu satış sonrası bir gece içinde Hayfa Polis Memuru Aziz ve Zabıta Memuru Yüzbaşı Ali Ağaların marifetiyle Rus göçmeni 140 aile Hayfa sahillerindeki bu araziye yerleştirilmişlerdi. Padişahın iradesi (emri) nedeniyle arazi satışının yasak olduğunu çok iyi bilen Hayfa Belediye Başkanı Mustafa Efendi, selâhiyetini kullanarak sahte ve kadim (çok eski) tarihli bir ruhsatname ile burada 140 haneli yeni bir Yahudi köyü kurmuş, onlardan bir de vergi alarak yıllardır Osmanlı vatandaşı olduklarını belgelemeye çalışmıştır. Bununla da yetinmeyen Mustafa Efendi güya bunların yıllarca Safed ve Taberiyye kazaları arasında bulunan “Mizrate’l-Hafize” köyünde asırlardır yaşadıklarını, ama nüfuslarının unutularak kaydedilmediklerini ileri sürerek onları Osmanlı nüfusuna kaydetmiş, 140 fakir Yahudi ailesinin altısından, birer mecidiye, toplam altı mecidiye, “nüfusa geç kaydolma” cezası almıştı. Böylece, bir gecede 140 Yahudi aileye Osmanlı vatandaşı olarak fakirlik ilmuhaberi verilip, birçok devlet hizmetinden bedava yararlanmaları sağlanmıştı.”

Şikâyetçilere göre Hayfa ve Akkâ’da bu yolla, Yahudilerin iskânı sürekli hâle ettirilmiştir. Bundan başka, Baron Bilavaroş’un vefatıyla sahipsiz kalan Zemarin köyüne Yahudi koloniciler el koymuş, Baron Roşeyle yönetimindeki 700 hane Yahudi bu köye yerleştirilmişti. Daha sonra da her ne yapılmışsa yapılmış bu arazi Yahudilere Padişahın emrine aykırı olarak satılmıştı. Bu köyün çevresindeki Eşfiya, Emma’l-Altun ve Emma’l-Cemal adlı üç köy de bu arazinin içinde gösterilmiştir. 2-3 bin kuruş kıymetinde harap bir arazi, Akkâ Mutasarrıfı Sadık Paşa tarafından 2.000 liraya Yahudilere satılmıştır. Hayfa ve Yafa arasında bulunan Hazine-i Hassa ile bitişik, dönümü bir kuruştan alınan Haşmezrezzake adlı 30 dönüm arazi, 30 bin liraya Yahudilere satılmıştı. Yine dönümü 3 kuruşa alınan beşbin dönümlük arazi de 15.000 liraya Yahudilere satılmıştı. Bu, şebekenin faaliyetlerini bütün bütün ortaya çıkarmıştı. (…)

Yahudîlerin maddî fedâkârlıkları sonucu onlarla iyi geçinen yerel yöneticiler genelde onlara itibar etmiş, Müslümanlara fazla yakınlık göstermemişlerdir. Bunlardan biri olan Maykerî Nahiyesi Müdürü Çerkes Ali Ağa, Yahudilerin kalp akça bastıkları ihbarı üzerine, Yahudî köylerine gidip soruşturma yapmak isteyince tahkir ve saldırıya uğramış, daha sonra da onların girişimleriyle azledilmişti. Onun gönderilmesinden cesaret alan Yahudîler, bir takım silah ve mühimmat depolamaya, gizli eğitim kurumları açmaya ve kendilerini engelleyebilecek kişileri hapis ve işkence ile yıldırmaya başlamışlardı.(5)

(1) Mim Kemal Öke, Kutsal Topraklarda Siyonistler ve Masonlar, İstanbul 1991, 3. Baskı, Çağ Yayınları, 55-63
(2) Yaşar Kutluay, Türkiye ve Siyonizm, İstanbul, 1973, s. 108-109
(3) Mim Kemal Öke, A.g.e., s. 91
(4) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.AZJ. 27/39
(5) Başbakanlık Osmanlı Arşivi, Y.PRK.AZJ. 27/39

Bizim cevabî yazımız:

(Not: Cevabî yazımızın baş tarafında bizim daha önce konuyla ilgili soruya verdiğimiz cevaptaki bilgileri koymuştuk. Aynı bilgileri buraya aktarmaya gerek görmediğimizden söz konusu cevabın linkini koymakla yetiniyoruz. Bu cevabı okumadan aşağıdaki bilgilere geçerseniz meseleyi etraflıca anlamanız zor olacaktır. Söz konusu cevabımızı okumak için tıklayın.)

Benim bu yazıdan haberim var ve daha önce de okudum. Yahudilerin Filistin topraklarına yerleştirilmelerinde bazı hainlerin aracılık etmeleri konusu bizim yazılarımızda da geçmektedir. Bizim bu konuyla ilgili bir soruya Web sitemizde verdiğimiz cevapta da yahudilerin 1948 öncesinde Filistin’de mülk edinmeleriyle ilgili bilgiler mevcuttur.

Sizin gönderdiğiniz yazıda da, dikkat ederseniz Filistin halkının veya halktan birilerinin ihanetine işaret edecek bilgi değil yönetimdekilerin bir ihanetinden söz ediliyor. Yazıda sözü edilen arazilerin satılması da kuvvetli ihtimalle herhangi bir aracılık işlemiyle değil “mirî arazi” uygulamasıyla gerçekleştirilmiştir. Çünkü o dönemde Filistin’in geneli mirî arazi hükmündeydi. Devlet yetkilileri istediklerinde el koyup devir işlemi yapabiliyorlardı. Halktan birinin de devletin kabulü olmadan arazi satmasına imkân yoktu. Zaten Sultan II. Abdülhamid’in Filistin’de yahudilerin mülk edinmelerini engelleme amacıyla tedbir alması da söz konusu uygulamaya binaen olmuştur. Dolayısıyla o dönemde yapılan satış işleminden dolayı halkı, halktan birilerini suçlamaya imkân yoktur. Yani 1917 öncesindeki satışlarda ihanet edenler halktan birileri değil yöneticilerdir. Sultan II. Abdülhamid, yöneticilerin ihanetlerini önlemek için kontrolü sıkılaştırmıştı. Ancak sonraki dönemlerde bu kontrol gevşedi. Bu kontrolün gevşemesine sebep olan ise İttihat ve Terakki Cemiyeti’dir.

Sözü edilen olay da Osmanlı’nın bölgeye hâkim olduğu dönemde yine bu devletin tayin ettiği yöneticilerin ihanetiyle gerçekleşmiştir. Osmanlı döneminde idareciler vasıtasıyla yahudilerin mülk edinmeleri de zaten gönderdiğiniz yazıda zikredilen olayın gerçekleştiği tarihte değil çok önce başlamıştır.

Çirkin olan işte bu ihanetlerin, bu tür oyunların, bugün işgale, zulme ve haksızlığa karşı direnen, orada Müslüman varlığının devam etmesi için mücadele eden, onur ve haysiyeti için her türlü fedakârlığı göze alan halka mal edilmesidir. Ne yazık ki gönderdiğiniz yazıda da üstü kapalı bir şekilde bu hava var. Tarih boyunca Türkiye toplumunun Filistin davasına soğuk bakmasına sebep olan da işte bu anti-propaganda oldu. Bu konuya temas edenler böyle Filistin halkını toptan suçlu gösteren bir yaklaşımla olayları aktarmak yerine Osmanlı devletinin altını oyan İttihat ve Terakki Cemiyeti türündeki ihanet çetelerine yaklaştıkları şekilde yaklaşsalardı, bu tür ihanet çetelerinin suçlarını direnen halka yüklemekten kaçınsalardı belki böyle bir sonuç çıkmazdı. Söz konusu tarzdaki anti-propaganda sadece İslâm coğrafyasının kalbine saplanan hançer niteliğindeki siyonist işgale hizmet etmiştir.

Bugün TÜPRAŞ’ın % 15’inin Ofer gibi bir siyonist şirketine satılması, yine Galataport ihalesinin aynı şirkete verilmesi üstelik bu işlemin “muhafazakâr” bir partinin iktidarı döneminde gerçekleşmesi acaba yakın bir gelecekte Türkiye toplumu açısından nasıl bir imaj bırakacaktır? Üstelik Türkiye toplumunun geneli böyle bir işlemi kabullenmiş görünüyor. Çok fazla “red” sesi çıkmıyor. Ayrıca Ortadoğu bölgesinde sanayinin ve devletlerarası ticaretin İsrail işgal devletine entegre edilmesi amacına yönelik plan sadece bunlardan ibaret değil. Bunun dışında daha birçok projeyi kapsıyor. Bu projelerin hayata geçirilmesinde en çok da Türkiye’deki yönetimin izlediği politikaya güveniyorlar. Bu konuyu merak ediyorsanız Mustafa Eğilli’nin Kudüs dergisinin son sayısında (7. sayı) “Nitelikli Sanayi Bölgeleri ve İsrail’in Ekonomik Entegrasyonu” başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ediyorum. Kısacası kendimizi de hesaba çekme erdemliliğini göstermeli ve hak ile batılı birbirinden iyi ayırmalıyız. Bunu sizin söz konusu yazıyı göndermeniz sebebiyle değil, Müslümanların genelde eksikleri, önemli kusurları olduğuna dikkat çekmek için söylüyorum. Yüce Allah’ın hepimizi basiret ve duyarlılık sahibi kılması için duacıyız.

Zihninizde soru işaretleri ve tereddütler oluşmasına sebep olan bir yazıyı bize göndererek yardımcı olmamızı istemenizden dolayı çok teşekkür ediyorum. İnşallah bütün mü’min kardeşlerimiz aynı duyarlılığa kavuşur ve böylece yanlış yönlendirmelerin etkisi azalır. Temennimiz burada verdiğimiz bilgilerin faydalı ve aydınlatıcı olmasıdır.

(Not: Yukarıdaki yazının kaynağı için burayı tıklayınız.)

h1

Filistinliler Toprak Sattılar mı?

22 Nisan 2010

Filistinliler Toprak Sattılar mı?

Filistin meselesinde bir çok insan şunu söylüyor : “Onlar Osmanlı’ya olan ihanetlerinin ve para için topraklarını satmalarının cezasını çekiyorlar?” Acaba ben bu şekil düşünen bir insana nasıl karşılık verebilirim?

————–

Sami

Filistinlilerin Osmanlıya ihanet ettikleri ve kendi elleriyle toprak sattıkları bu yüzden de bugünkü musibetlerin başlarına geldiği iddiası yıllardan beridir kullanıla gelen bir anti-propaganda malzemesidir. Bu malzemeyi en çok da siyonist işgal güçleri kullanmaktadır. Biz inşallah bu konuyu ileride çok daha ayrıntılı olarak ve tarihi gerçeklerle de aydınlatacak şekilde ortaya koymaya çalışacağız. Ancak bu konularda çok sık sorular sorulması sebebiyle burada bazı noktalara parmak basarak özet bilgilerle izah etmeye çalışacağız:

Birinci olarak: Siyonist lobiler Amerika’da: “Filistin boş bir araziydi, bir çölden ibaretti. Biz girdik ihya ettik. Dolayısıyla orası bize aittir” diye propaganda yapıyorlar. İslam alemine yönelik olarak ise: “Filistinliler kendi topraklarını kendi elleriyle sattılar, biz de büyük paralar verip satın aldık” diye propaganda yapıyorlar. Burada çok açık bir çelişki dikkat çekmektedir. Çok fazla tarihe gitmeye gerek yok. Bugün yaşanan vakıa her iki iddiayı da yalanlamaktadır. Bugün Filistin’in içinde dört, Filistin’in dışında ise beş milyon civarında olmak üzere dünyada toplam 9 milyon Filistinli yaşamaktadır. Filistin’in dışındakilerin tamamına yakını, Filistin’in içindekilerin de yarıya yakın bir kısmı mülteci durumundadır. Yani tehcire tabi tutulmuş, göçe zorlanmışlardır. Filistin topraklarının toplam yüzölçümü 28.220 km2’dir. Bunun bir bölümünü Nakab çölü oluşturmaktadır. Burası hala ihya edilmemiştir ve ihya edilmeye de müsait değildir. Sadece bazı bölümleri otlak olarak ve küçük çaplı tarım için kullanılmaktadır. Bir de İsrail bu çölü Filistinli tutsakları atmak için kurduğu bazı zindanlar ve meşhur Dimona nükleer santralı için arsa olarak kullanmaktadır. Fakat bununla birlikte Nakab çölünü de dahil ederek nüfus yoğunluklarına bir bakalım: Dünyadaki tüm Filistinli nüfus halen burada yaşıyor olsaydı, tehcire tabi tutulmasaydı ve dışarıdan yahudi göçü olmasaydı, bu topraklarda km2 başına 318 kişi düşüyor olacaktı. Türkiye’de km2 başına ortalama 80 kişi düşmektedir. Yani Filistin’deki nüfus yoğunluğu Türkiye’dekinin 4 katına tekabül ediyor olacaktı. Halen de nüfus yoğunluğu buna yakındır, çünkü göçe zorlanan Filistinli sayısına yakın sayıda yahudi dışarıdan göç ettirilmiş, bunların bir kısmı intifada dönemlerinde tersine göç etmiştir ve şu anda 5 milyon civarında yahudi nüfus bulunmaktadır. Peki nasıl oluyor da boş araziye mensup nüfus bu kadar büyük bir yoğunluk oluşturabiliyor? Zaten Lübnan’da, Suriye’de, Ürdün’de, Gazze’de ve Batı Yaka’da kurulan mülteci kamplarında yaşayan Filistinlilerin sayısı siyonistlerin söz konusu iddialarını yalanlamıyor mu?

İkinci olarak: İşgalci siyonistler, Filistinlilerin arazilerini kendi elleriyle sattıklarını ve kendilerinin de buraları almak için büyük paralar ödediklerini söylüyorlar. Peki sattıkları araziler karşılığında büyük paralar alanların bugün gittikleri ülkelerde mülk edinmiş ve rahat bir hayata kavuşmuş olmaları gerekmez miydi? Bunların hepsi de herhalde o kadar büyük miktarlarda paraları birkaç günlük zevkleri için çarçur edecek ya da kumarda kaybedecek kadar aptal değillerdi. Oysa Filistinliler zikrettiğim yerlerde kurulmuş mülteci kamplarında tam anlamıyla sefalete mahkum durumdadırlar ve uluslararası yardım kuruluşlarının ellerine bakmaktadırlar. O insanların yaşadıkları hayatı ben gözlerimle gördüm. Arzu edenler gidip görebilirler. Bir insan kendi öz mülkünü kendi eliyle satıp da sefaleti tercih eder mi? Bu durum o insanların, arazilerini satarak değil de tehcire zorlanarak topraklarını terk ettiklerinin akli bir delilidir.

Üçüncü olarak: Filistin’den dışarıya toplu göç 1948 Savaşı’nda başlamıştır. Bu tarihten önce toplu göç olmamıştır. Bu olay Filistin dışına çıkan Filistinlilerin yurtlarını, topraklarını satarak değil de savaş yoluyla ve kendilerine karşı şiddete başvurulması sebebiyle terk ettiklerinin delilidir. Çünkü yahudi örgütleri toprak satın alma konusunda en yoğun çalışmalarını 1948’den önce yürütmüşlerdir. Bu tarihten sonra tehcir yoluyla zaten geniş arazilere el koymuşlardır.

Dördüncü olarak: İsrail işgal devleti, göçe zorlanan Filistinlilerin arazilerini yahudi göçmenlere vermek amacıyla “terk edilmiş arazilerle ilgili kanun” başlığı altında bir kanun çıkardı. Bu kanuna dayalı olarak yüz binlerce dönüm arazi yahudi göçmenlere peşkeş çekilmiştir. İşgal devletinin zaten 55 seneden ibaret olan tarihini objektif bir bakış açısıyla incelerseniz bu kanun ve uygulanması hakkında bilgi edinmeniz mümkündür. Şimdi burada bir çelişki ortaya çıkmıyor mu? Madem ki Filistinliler arazilerini kendi elleriyle sattılar; neden buralar “terk edilmiş araziler” hükmüne girdi.

Beşinci olarak: İsrail bugün mülteci durumundaki Filistinlilerin geriye dönme haklarını red konusunda oldukça ısrarlı davranıyor. Bakın en son “Yol Haritası” planını kabul ederken de mültecilerin vatanlarına dönüş haklarının reddini şart koştu. Peki neden bu insanların yurtlarına dönme haklarını red konusunda bu kadar ısrarlı davranıyor? Eğer o insanların topraklarını parayla satın almış olsalardı, ellerindeki satış belgelerini ve tapuları gösterir, geriye dönen mültecileri de bir yerlere istif ederlerdi. Ama öyle değil. Göçe zorlanan insanların arazilerine “terk edilmiş arazilerle ilgili kanun” yoluyla el koyduklarından mülteciler yurtlarına döndüklerinde o terk edilmiş arazilerin gerçek sahipleri ortaya çıkacak ve işgalcilerin buralara satın alma yoluyla değil de gasp yoluyla sahip oldukları anlaşılacak. İşte bütün mesele bu. Sadece bu gerçek bile siyonistlerin “Filistinliler topraklarını sattılar” iddialarını yalanlamaya yetebilir.

Altıncı olarak: Yahudilerin Filistin topraklarında mülk edinmelerinin tarihine bir bakalım: Filistin toprakları 28 milyon dönümdür. 1948’de İsrail işgal devleti kurulduğunda yahudilerin sahip oldukları arazi miktarı 2 milyon dönümdü. Yani tüm Filistin topraklarının % 7’si.

Bunun 650 bin dönümünü Osmanlı devleti döneminde mülk edinmişlerdir. O dönemde mülk edinmeleri ise ta Kanuni zamanında başlamıştır. Osmanlı devletinde ilk yahudi lobisini oluşturan Yusuf Nassi’nin Kanuni’yle iyi ilişkilerinden dolayı Kanuni ona Taberiye gölü civarında bazı arazileri bağışlamıştı. İşte bu olayla başlayan mülk edinme çabalarıyla 1917’de Filistin’in işgaline kadar ki süre içinde toplam 650 bin dönüm arazi edinmişlerdir.

300 bin dönümünü İngiliz işgalciler onlara bağışlamışlardır. Şöyle ki İngilizler, Filistinlilere ağır arazi vergileri uyguluyor, bu vergileri ödeyemediklerinde de mülklerine el koyuyor ve sonra buraları yahudi göçmenlere peşkeş çekiyorlardı.

200 bin dönümünü yine İngiliz işgalciler, yahudilere göstermelik bir şekilde parayla satmışlardır. Bu şekilde satılan arazilere de zikrettiğimiz vergi oyunuyla el konulmuştu ve satım işlemi de sembolik paralarla gerçekleşti.

600 bin dönümü de kendileri Filistin dışından olan, Lübnan ve Suriye’de ikamet edip Filistin’de mülk edinmiş bazı Arap kökenlilerden satın almışlardır.

Buraya kadar ki kısımda Filistinlilerin herhangi bir dahlinin olmadığını görüyoruz. Yani yahudilerin 1948’e kadar edindikleri arazilerin 8’de 7’sinde Filistinlilerin müdahalesi söz konusu değildir.

250 bin dönüm araziyi de Filistinlilerden satın almışlardır. Yani Filistinlilerden satın aldıkları toplam arazi miktarı Filistin topraklarının % 0,9’una (binde 9’una) tekabül ediyordu. Arazilerini satanlar da halktan çok şiddetli tepkilerle karşı karşıya kaldıklarından Filistin’i terk etmek zorunda kalmışlardı. Şimdi satılan arazilerin tüm topraklara oranıyla onları satanların genel nüfusa oranlarını denk kabul ederek düşünelim: Bir halk hakkında hüküm verirken % 0,9’un tavrına göre mi yoksa % 99,1’in tavrına göre mi hüküm verilir? Filistin halkının en az % 99’u göçmen yahudilere arazi satmama konusundaki kararlılıklarını korumuşlardır. Bu kararlılığa bağlı kalmayanları da içlerinde barındırmamışlardır. Her halkın içinde mutlaka o halkın genel tavrına muhalefet edenler, kararlılığa uymayanlar çıkar. Eğer yahudi göçmenlerin, yahudi göçünü teşvik eden örgütlerin bütün teşviklerine, cazibeli fiyat tekliflerine rağmen 30 yıl içinde satılan toplam arazi miktarı binde dokuzda kalmışsa bu, Filistin halkının bu konudaki dayanışmasını, kararlılığını ve üstün mücadele azmini gösterir. Ama ne yazık ki Filistin halkı bütün bu kararlılığına rağmen iftiraya uğramıştır. Bu tıpkı iffetini koruma konusunda oldukça dikkatli bir insana fuhuş iftirasında bulunulması gibidir.

Yahudi göçmenlerin 1948’den sonra gayri menkul edinmeleri tamamen işgal, gasp ve göçe zorlama yoluyla olmuştur. Göçe zorlanan Filistinlilerin arazilerine el koymak için de yukarıda zikrettiğimiz kanunu kullanmışlardır.

Yedinci olarak: Filistinlilerin arazilerini sattıkları iddiasını bu halk aleyhine bir propaganda malzemesi olarak kullanmaya çalışanların da itiraf ettikleri gibi arazilerini satanlar Filistin topraklarını terk etmişlerdir. Yukarıda da zikrettiğimiz üzere Filistin halkının oldukça basit bir kısmını teşkil eden bu insanların, ya aldıkları paralarla başka yerlerde mülk edinmek amacıyla ya da şiddetli tepkilerle karşılaşmaları sebebiyle Filistin topraklarını terk ettikleri bir gerçektir. Yani bugün Filistin topraklarında yaşamaya devam edip de o toprakların İslami kimliğini savunanlar, her türlü zorluğa katlanarak, sürekli ölümü başlarının ucunda hissederek direnenler, toprak satanlar veya onların çocukları değildir. Bu durumda bu insanların başlarına gelenlerin, arazilerin yahudilere satılmasından kaynaklandığının iddia edilmesi Allah’ın adaletine bir iftira olmaz mı?

Sekizinci olarak: Kur’an-ı Kerim’de iki önemli iftira olayı üzerinde durulmakta ve bu olaylarla ilgili ayetlerde Müslümanların iftira konusunda nasıl bir hassasiyet göstermeleri gerektiği hakkında çok önemli ölçüler verilmektedir. Bu iki iftira olayı Hz. Yusuf (a.s.)’a atılan iftira ile Hz. Aişe (r. anha)’ya atılan iftiradır. Her iki olayla ilgili ayetleri de dikkatlice ve üzerinde derinlemesine düşünerek okuyun. Göreceksiniz ki ispat edilmemiş bir iddiadan dolayı bir kimseyi suçlu görmek büyük bir sorumluluk ve vebal yüklemektedir. Şunu da unutmayın ki bir halka iftira atılmasının sorumluluğu bir ferde iftira atılmasının sorumluluğundan çok daha büyüktür. Çünkü bir halka iftira atıldığında binlerce bazen milyonlarca insan haksızlığa uğramaktadır.

Dokuzuncu olarak: Aslında şu anda Filistin’de mücadele edenlerin ve mülteci kamplarında mağdur edilenlerin söz konusu iddiayla hiçbir ilgilerinin olmadığını yeterince ortaya koyan delilleri sıraladık. Zaten o insanların şu anki durumları da bu gerçeği ortaya koyan bir vakıadır. Fakat bir farz-ı muhal olarak öyle bir şey varsayılsa bile o insanların şu an işgale karşı tavır koymaları ve işgal altındaki vatanlarını kurtarmak için mücadele etmeleri hatalarından döndüklerini ve doğruyu seçtiklerini gösterir. Küfürden imana dönmüş bir insanın bile geçmişindeki küfürden dolayı suçlanması söz konusu değilken herhangi bir hatadan döndükten sonra hala ısrarla o hatadan dolayı suçlu gösterilmesi mantıklı bir şey olur mu? Kaldı ki biz bunu sadece Filistin halkının davasına ilgisiz kalınmasına gerekçe olarak kullanılan iddiaların her yönden tutarsız olduğunu ortaya koymak için bir farz-ı muhal olarak zikrediyoruz. Gerçekte bu davaya sahip çıkan direnişçilerin, büyük bir mücadele azmiyle vatanlarına sahip çıkan o insanların iddia edilenlerle hiçbir ilgilerinin olmadığını bir kez daha vurgulayalım.

Onuncu olarak: Siyonistlerin söz konusu iddiaları ortaya atmalarının temel amacı Müslüman halkların Filistin davasına ilgilerini zayıflatmak ve Filistin halkının mağduriyetine bigane kalmalarına sebep olmaktır. Ne yazık ki bu konuda amaçlarını kısmen gerçekleştirdiklerini de görüyoruz. Çünkü Filistin davasına ilgisiz kalanlar genellikle “toprak sattılar” iddiasını kendilerine gerekçe gösteriyorlar. Oysa İslam tüm Müslümanları kardeş ilan etmiştir. Bir kimse kardeşini herhangi bir hatasından dolayı canavarın önüne atmaz. Siyonizmin Filistin halkına layık gördüğü zulüm bir canavarın yaptığından farksızdır. Bu durum karşısında o insanların mazlumiyetlerine ve mağduriyetlerine bigane kalmamıza, “toprak sattılar” iddiası gerekçe teşkil edebilir mi? Kaldı ki bu iddia, yukarıda ifade ettiğimiz üzere şu an Filistin topraklarında varlık mücadelesi verenleri ilgilendiren bir iddia olmadığı halde o insanlar üç ayrı zulme maruz kalıyorlar: Bir: Topraklarını gasp eden işgalcilerin zulmüne. İki: Kendilerinin işlemedikleri bir hatadan dolayı iftiraya maruz kalma zulmüne Üç: O hatayı işlemiş olanların zulmüne. Buna bir de Müslümanların o hatayı gerekçe göstererek davalarına bigane kalmalarını eklerseniz o insanların her yönden mağdur oldukları sonucuna varırsınız.

On birinci olarak: Filistin davası kuru bir toprak meselesi değildir ve sadece Filistinlilerin omuzlarında taşımaları gereken bir dava da değildir. Bu dava tüm ümmeti ilgilendiren ve inançla bağlantılı bir davadır. Bu konuda bizim “Filistin Davasının İslami Temelleri” başlıklı dosyamızı okuyabilirsiniz. Dolayısıyla Filistinlilerin tamamı bu davayla ilgilerini kesseler bile yine İslam ümmetinin Filistin davasına sahip çıkması ve siyonist işgale karşı mücadele etmesi gerekir.

Filistinli Mülteciler Siyonistlerin İddialarının İftira Olduğunun Canlı Belgeleridir

Bugün muhtelif mülteci kamplarında sefalet içinde yaşayan Filistinliler ve onların yurtlarından çıkarılmalarının, geride bıraktıkları mülklerine el konulmasının öyküsü de işgalci siyonistlerin “Filistinliler topraklarını sattılar” iddialarını yalanlayan canlı belgelerdir. Bu yüzden bu konuya da biraz temas etmekte ve mülteciler dosyasını biraz açmakta yarar görüyoruz.

  • Bugün dünya üzerinde Filistinlilerin sayısı 9 milyonu bulmuştur. Bu nüfusun sadece 4 milyonu Filistin toprakları içinde yaşamaktadır. 5 milyonu ise Filistin toprakları dışında onların da çoğu mülteci kamplarında yaşıyorlar. Filistin içinde yaşayanların yarıdan fazlasının da asıl mekanları değiştirilmiş, mülteci kamplarına yerleşmek zorunda bırakılmışlardır. Yani Filistin halkının % 75’ine yakın bir kısmı ikamet ettikleri yerlerden silah zoruyla ve şiddet yoluyla çıkarılmışlardır. Bu vakıa siyonist işgalin sebep olduğu tehcir gerçeğini gözler önüne sermektedir. O insanların bu şekilde tehcire zorlanmaları topraklarını satmama konusunda gösterdikleri kararlılıktan kaynaklanıyordu. Aksi takdirde topraklarını satarak büyük paralar alabilir ve Filistin dışında rahat bir ortama yerleşebilirlerdi.
  • Filistin topraklarına yerleştirilen yahudilerin % 78’i, bu topraklar üzerine işgalcilerin kurduğu şehirlerde ikamet ediyor. Bu şehirlerin yerleşim alanları ise Filistin topraklarının tümünün % 15’ine tekabül etmektedir. Kalan % 22’lik nüfus ise Filistin topraklarının % 85’ine tekabül eden bölgelerine yayılmışlardır. Bunların yayıldıkları arazilerin toplamı ise 17 milyon 325 bin dönümdür. Onların kullandıkları araziler kesinlikle satın alma yoluyla değil, sahiplerinin tehcire zorlanması sebebiyle ve daha öce sözünü ettiğimiz terk edilmiş topraklarla ilgili kanunun işletilmesi suretiyle işgalcilerin eline geçmiştir. Netice itibariyle bugün mülteci kamplarında yaşayan 5 milyon Filistinliye ait arazi 154 bin yahudiye dağıtıldı. İşgal devleti bu mültecilerin yurtlarına dönmelerini engellemek için var gücüyle çalışıyor ve herhangi bir “barış (!)” anlaşması imzalanabilmesi için göçe zorlanan bu beş milyon Filistinlinin yurtlarına dönüş haklarından kesinlikle vazgeçmelerini şart koşuyor.
  • Filistinlilerin göçe zorlanması sebebiyle 531 köy tamamen boşaltılmış bunların da % 90’ı işgal devletinin askeri güçleri tarafından tamamen yıkılmıştır. Bu boşaltma ve yıkım işlemi de göçe zorlama politikasında kullanılan bir metottu. Eğer ki Filistinliler topraklarını elleriyle satmış olsalardı işgalcilerin böyle bir metoda başvurmalarına gerek olmayacaktı.
  • Filistinli mülteciler maruz kaldıkları bütün zorluklara rağmen vatana dönüş haklarından vazgeçmemekte ısrarlıdırlar. Mülteci kampları belki onlar için adeta birer bekleme salonları olmuştur. Onlar belki isteselerdi biraz daha iyi ortamlarda yaşamanın yollarını araştırıp yurtlarına dönüş haklarının peşine düşmeyebilirlerdi. Ancak sırf bu haklarından vazgeçmemek için oralarda beklemeyi ve onca zorluğa katlanmayı tercih ediyorlar. İsrail işgal devletinin ve onun arkasında duran emperyalist güçlerin bütün entrikalarına rağmen vatana dönüş haklarından vazgeçmediler ve vazgeçmeyeceklerini de ısrarla söylüyorlar. Eğer ki topraklarını satmış olsalardı böyle bir haktan söz etmeleri bile mümkün olmazdı. Topraklarına sahip çıkma hassasiyeti taşımasalardı mülteci kamplarında beklemek yerine siyonizme destek veren uluslararası güçlerin sunduğu imkanlardan yararlanarak bir yerlere yerleşmeyi tercih ederlerdi. Onları göçe zorlayan şey, vatanları konusunda duyarsız olmaları değil Müslümanların kendilerini yalnız bırakmaları ve İslam coğrafyasında ortaya çıkan kukla yönetimlerin işgalcilerin arkasında duran emperyalistlerle işbirliği yapmalarıdır. Zaten her savaşta bu tür toplu göç olayları olur. Çünkü kalabalık kitlelerin bütün fertleri savaşma gücüne sahip değildir.

    Yahudilerin Filistin’e Yerleşmeleri

    Aslında burada problem yahudilerin Filistin topraklarında ikametlerinden ziyade siyonizm ideolojisiyle birlikte gelen işgal olayından kaynaklanmaktadır. Osmanlı döneminde normalde yahudilerin legal yollarla ve herhangi bir tehdit oluşturmayacak şekilde Filistin topraklarına yerleşmelerine engel olunmuyordu. Ancak Basel konferansından sonra siyonizmin teşkilatlı bir hale gelmesinden ve Filistin topraklarından bir devlet kurma çalışmaları başlatmalarından sonra Osmanlı sultanı II. Abdülhamid yahudilerin Filistin’e yerleşmelerini ve buralardan toprak satın almalarını engellemiştir. Ne var ki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ihanetiyle onun bu konuda aldığı tedbirler kaldırıldı. Zaten söz konusu cemiyetin mensuplarını incelerseniz birçoğunun yahudi veya dönme olduğunu görürsünüz. (Bu konuda bizim Türkiye’de Yahudi Lobiciliği başlıklı dosyamızda ayrıntılı bilgiler mevcuttur.) Sultan II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin en önemli sebebi de siyonistlerin Filistin’le ilgili emellerinin önüne set çekmesidir.

    İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 1908 ihanetinden sonra yahudilerin Filistin topraklarına yerleşmeleri kolaylaştırıldı. Fakat buna rağmen yine de yahudi göçünde söze gelir bir artış olmadı. Sonra İngilizlerin 1917’de bu toprakları işgal etmeleriyle yahudi göçünün hızlandırılması için önemli teşvikler oldu. Daha önce de zikrettiğimiz üzere İngiliz işgalciler, vergi zulmü yoluyla Filistinlilerden zorla aldıkları arazileri yahudilere bedava dağıttıkları halde yine de göçte istenilen oranda bir artış olmadı. En büyük göç dalgası 1933’te Avrupa’da Nazi fırtınasının estirilmesinden sonra başladı. (Bu konuda da bizim Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm başlıklı dosyamızı okumanızı tavsiye ediyoruz.) 1933’e kadar İngiliz işgalcilerin tüm teşviklerine rağmen Filistin topraklarına yerleşen yahudi sayısı 150-200 bin civarındaydı. Bunların da epey bir kısmını Osmanlı döneminde yerleşmiş olanlar oluşturuyordu. Nazi tehdidinden dolayı Filistin’e göç eden yahudilerle 1947’ye kadar bu nüfus 800 bine çıktı.

    Gelen yahudilerin hepsi tabii ki toprak sahibi olarak gelmiyorlardı. Filistinliler o zaman yahudi akınına karşı mücadele ettiklerinden öyle kırsal alana pek yayılmıyor daha çok şehir merkezlerinde veya Siyonist örgütlerin kurduğu yerleşim merkezlerinde toplanıyorlardı. Bugün bile Filistin topraklarına yerleştirilmiş yahudi nüfusun % 78’i şehirlerde ikamet etmektedir. O dönemde siyonist oluşumlar göçmen yahudilerin gençlerini kullanarak çeşitli terör örgütleri kurdular. Bu terör örgütlerinin gerçekleştirdiği katliamları Filistin tarihiyle ilgili kitaplardan okumanız mümkündür. Bütün bu katliamların ve saldırıların amacı Filistinlileri yıldırmak ve üzerlerinde bir tehdit gücü oluşturmaktı. Ancak yaptıkları bütün saldırılara rağmen bir “İsrail” devleti kurulmadan önce Filistinlileri göçe zorlama konusunda başarılı olamamışlardır.

    “İsrail” devletinin ortaya çıkması ise siyonist terör örgütlerinin başarısıyla değil, emperyalist güçlerin yardımlarıyla ve Arap ülkelerindeki kukla yönetimlerin ihanetleriyle olmuştur. İşte bu ihanetin sonucunda bir işgal devleti ortaya çıkmış ve Filistinlilerin göçe zorlanması da o devletin ortaya çıkmasıyla başlamıştır. İşte yahudilerin geniş mülkler edinmeleri, büyük arazilere el koymaları bundan sonradır.

    Filistinliler Osmanlı’ya İhanet Etmediler

    Filistin halkına yapılan en büyük haksızlıklardan ve atılan en önemli iftiralardan biri de bu halkın Osmanlı’ya ihanet ettiği iddiasıdır. Burada Suud ailesinin öncülüğünde Hicaz bölgesinde çıkarılan Vehhabi isyanları, Mekke şerifi Hüseyin’in (bugünkü Ürdün kralının dedesinin dedesi) İngilizlerle işbirliği yaparak gerçekleştirdiği ihanet, Mısır valisi Mehmet Ali Paşa ile onun oğlu İbrahim Paşa’nın ihanetinden kaynaklanan gelişmeler, Yemen isyanları ve Arabistanlı Lawrance’ın kandırdığı birkaç kabilenin çıkardığı isyanlar hep birbirine karıştırılıp çorba yapılarak toptan Filistin halkının üzerine yükleniyor. Oysa bu ihanetlerle Filistin halkının hiçbir ilgisi yoktur ve tarihi incelerseniz Osmanlı’ya karşı bir Filistin isyanından söz edildiğini göremezsiniz. İngilizlerin Filistin topraklarını işgalinde de en büyük ihaneti yapan Mekke şerifi Hüseyin ile onun oğullarıdır ki bu aile Filistin halkına da en büyük ihaneti yapmıştır. Ne kadar ilginçtir ki Filistin halkına ihanet etmiş birinin yaptığı Filistin halkının ihaneti olarak takdim ediliyor. Atı çalınan kimse hakkında “at çaldı” denmesi gibi. Bunda da siyonistlerin çeşitli medya organları vasıtasıyla yürüttükleri manipülasyonun büyük rolü var. Osmanlıya en büyük ihaneti yapan Şerif Hüseyin ve oğulları siyonistlerle işbirliği yaptıklarından onların ihanetleri hep gizlenirken, İngilizlerin Filistin topraklarına girmelerine yardımcı olan bu ailenin yaptığı ihanet ne yazık ki Filistin halkının Osmanlı’ya ihaneti olarak takdim ediliyor. Çünkü siyonistler kendileriyle işbirliği yapanların kirli çamaşırlarını gizlerken, kendilerine karşı mücadele edenlere çamur atarak onları lekelemeye çalışıyorlar.

    Artık lütfen zihnimizden, tarihin saptırılmasından kaynaklanan bu büyük yanlışlıkları silelim ve her yönden mağduriyete, haksızlığa duçar olmuş bir halkın haklı davasına sahip çıkalım. Bu halkın maruz kaldığı zulmün ortadan kalkması için hiçbir şey yapmazken bir de haklarındaki iftiraları onaylayarak biz de haksızlık edersek bunun vebali büyük olur.

    Kendimizi de Sorgulayalım

    Osmanlı devletine ihanet konusu gündeme gelince hemen parmaklar Arap dünyasını gösterir. Oysa Osmanlı’ya en büyük ihaneti İttihat ve Terakki Cemiyeti, Jöntürkler gibi fitne odakları yapmıştır. Bunu söylerken, Arap dünyasından çıkıp da İngiliz sömürgecilerle işbirliği yapmış hainleri temize çıkarma gibi bir niyetimiz yok. Bununla şu hususa dikkat çekmek istiyoruz: Bizim içimizden çıkan İttihat ve Terakki Cemiyeti veya Jöntürkler sebebiyle bu halkı toptan mahkum etme hakkımız var mıdır? Eğer böyle bir şeyi makul görüyorsak o zaman önce kendimizi mahkum etmekle işe başlamamız gerekir. Kaldı ki Arap dünyasından çıkmış hainlerle Filistinlilerin, Arap ulusundan olma dışında zikre şayan bir ortak yanları bulunmamaktadır. Hele bugün Filistin’in özgürlüğü ve bağımsızlığı için mücadele edenler onlarla taban tabana zıt durumdadırlar.

    Daha yakın zamanda Irak’ta bir halkı hedef alan iğrenç saldırıya halkımızın bütün kesimlerinin karşı çıktığı malumdur. Bu tepki çok farklı ideolojik anlayışlara sahip kitleleri birlikte hareket etmeye ve ortak eylemler düzenlemeye sevk etti. Böyle olmasına rağmen birilerinin üç beş kuruş dünyalık kazanabilmek için sömürgeci güçlere çeşitli imkanlar sağladıklarını da gördük. Bu durumda tepki gösterenlerle, ellerindeki dünyevi imkanları saldırganların hizmetine verenleri, aynı ülkenin insanları olmaları sebebiyle aynı kategoriye mi sokacağız?

    Halkımızın topyekün mücadele verdiği İstiklal Savaşı döneminde bile içimizden ihanet edenler çıkmadı mı? Peki ihanet edenlerle İstiklal Savaşı’na katılanları ve destek verenleri aynı kategoriye mi sokacağız?

    Bugün Filistin halkının, bağımsızlık ve hürriyet için sürdürdüğü mücadele bu ülke halkının geçmişte verdiği İstiklal Savaşı’nın aynısıdır. Bu mücadeleyi yürütenleri ihanet edenlerle aynı kategoriye sokanlar en başta kendi geçmişlerine haksızlık etmiş olurlar. Çünkü ihanet edenlerle, hakları ve hürriyetleri için direnenleri, zilleti kabul edenlerle başlarını dik tutanları aynı kategoriye sokma anlayışını makul ve kabule şayan bir anlayış olarak benimsemiş olurlar. Böyle bir anlayışı benimseyebilecek birine de bizim söyleyecek bir sözümüz yok.

(Not: Yukarıdaki yazının kaynağı için burayı tıklayın.)

h1

Filistinliler Topraklarını Satmadılar!

22 Nisan 2010

Filistinliler Topraklarını Satmadılar!

Ebu Fahr, es-Sefir gazetesinde yayımlanan aşağıdaki yazısında Filistinlilerin topraklarını Yahudilere sattığı için ülkelerini kaybettikleri şeklindeki ırkçı iddiaların yanlışlığını ortaya koyuyor.

10 Eylül 2008 tarihinde Bakan Cibran Basil’in yaptığı basın toplantısında “Filistinliler topraklarını sattıklarında, ülkelerini kaybetmişlerdi” şeklinde sözler sarf ettiğine şahit olduk. Aynı sözleri 11 Haziran 2008 tarihli “Es Sefir” ve “En-Nehar” gazetelerinde bir değişiklik olmaksızın okuduk.

Görünüşe göre bakan bu sözleri sarf etmeden kimse ona bu malumatın yanlış olduğunu söylememişti. Bakanın etrafında bulunalar ona bu konuda bilgi vermiş olsalardı, bu hassas konuda az bilgiden kaynaklanan yanlış sözler sarf etmekten kurtulur ve sözlerini tashih ederdi.

Bakan bu sözleri sarf etmeden bu konuda bilgi sahibi kimselere danışsaydı Lübnan’da seçimin yaşandığı şu süreçte kendisine zarar verecek bu tür sözler sarf etmezdi. Bu tip sözler propaganda için seçilmiş etkili sözler olmaktan öteye gidememektedir. Vatandaşlık sorunu, yabancıların mülk edinmesi, terör gibi efsaneler propaganda aracı yapılmaktadır ve bunu yapanlar küçümsenmeyecek bir güruhtur.

Yani bu tip çalkantılar çıkarıp laf kalabalığı yapmak Lübnanlıların icat ettiği bir şey değil; fakat görünüşe bakılırsa Lübnanlılar buna tamamen uyuyorlar. Bu tip ortamlarda kandırma siyaseti canlanıp filizleniyor. Benin temennim bakanın isteyerek ya da istemeyerek böyle bir siyaset ortamında siyaset yapmaması ve Filistinlilerin de bu tip bir alana girmemeleridir.

Zaten Filistinliler bu ulusalcı havadan yeteri kadar zarar görüyorlar. Filistinlilerin aileleri ile birlikte yaşayabilecekleri bir ev alma hakları kanuni olarak yasaklanmış durumda. Üniversite örgencilerinin bir saat dahi olsun kafelerde çalışmalarına izin vermiyorlar. Sadece yazın izin veriyorlar. Biz bu kafelerin kirli çamaşırlarını ortaya dökmeye hazırız, onlardan bu ulusalcı aymazlığı kemelerini istiyoruz.

Topraklarını kimin sattığına gelince…

Şimdi burada, okuyanlar çok sıkıntı çekmesin diye, dikkatli ve ilmi bir şekilde özetlediğimiz tarihi malumatı iyice ezberlemesini talep ediyoruz.

Yahudi yönetimin ya da Ulusal Yahudi Fonu’nun 1947 senesine kadar istimlâk ettiği Filistin topraklarının yüzde 94’ünü Lübnanlı aileler onlara sattılar. Bu ailelerin içinde Sersak, Selam, Teyan, Tevini, el-Esed, Kabbani, Beyhem ve daha başkalarını sayabiliriz. Mişel Sersak ve Muhammed Beyhem 1500 kadar Filistinlinin yaşadığı Filistin arazisini Yahudilere sattı ve orada yaşayan Filistinliler oradan sürüldüler.

Sersak ailesi Merc İbn Amir isimli içerisinde 20 kasabanın bulunduğu araziyi Yahudilere sattı. Burada 2542 aile yaşıyordu ve bu yaklaşık olarak 26 bin Filistinli demektir. Bu kişiler yüz yıllardır yaşadıkları Merc İbn Amir bölgesinden çıkartıldılar.

Teyan ailesi (Mişel ve Anton) Havaris Vadisi’ndeki arazilerinde kendi payına düşen 24 bin Filistinlinin yaşadığı 3082 dönümlük araziyi Yahudilere sattı.

27.5.1929 yılında Anton Teyan 5350 dönümlük araziyi Ulusal Yahudi Fonuna ipotek etti ve daha sonra Mişel Tayan’ın hissesi ile birlikte onlara sattı. Tevini ve Sebag aileleri sahibi oldukları sahil arazisini Yahudilere sattılar.

Buna ek olarak, Selam ailesi fertleri Osmanlı Devleti’nden sadece işletme hakkını aldıkları toprakları Yahudilere sattılar. Bu olay 15 bin Filistinliyi evlerinden etti. Kabbani ailesi 4000 dönümlük “Kabbani Vadisi” olarak bilinen araziyi Yahudilere sattı.

1937 yılında Hayreddin el-Ahdab, Safiyyuddin Kudura, Jozef Hadiç, Mişel Sarici ve Murad Dana (Yahudi) bir emlak şirketi kurdu. Bu şirket Sur ve Sayda kazasındaki bölgede 100 bin dönüm arazi satın aldı ve daha sonra bu arazileri Yahudi şirketlerine sattı.

Bakan ve diğerleri şunu bilsinler ki; 29.11.1947 sayılı taksim kararı çıkmadan evvel Yahudiler Filistin arazisinin ancak yüzde 5,7’sine sahip olabilmişlerdi. Fakat bu karardan sonra Yahudiler Filistin topraklarının yüzde 57’sine sahip oldular.

Bu arazi Nakb bölgesinden Biir es-Seba’aya kadar uzanan bir arazi idi ve buralarda tek bir Yahudi bile yoktu. Yahudiler bu bölgede 1917 ve 1947 yılları arasında yani 30 yıl boyunca İngiliz yönetimi altında sadece 300 bin dönüm arazi alabilmişlerdi. Bu Yahudilerin ele geçirdiği arazinin yüzde 6’sına tekabül ediyordu ve bunu da hile ile ele geçirmişlerdi. Komisyoncular arazileri Filistinlilerden alıyor ve Yahudilere satıyorlardı. Bu komisyoncuların çoğu daha sonra 1936 devriminde öldürüldü.

Sözün kısası Filistinliler topraklarını satmadılar.

Onların topraklarını Lübnan’ın meşhur aileleri ve Suriye’nin Cezayirli, Şema, Kuvvetli, Mardini ve Yusuf Aileleri sattılar.

Bu insanlar binlerce Filistinlinin evlerinden edilmesinin ve uzun soluklu Emperyalist politikaların hayata geçirilmesinin nedenleridir.

Bunlar bu gün lanet edilmekten başka bir şey hak etmeyen rezil ve aşağılık adamlardır. Bu adamlar uzun soluklu emperyalist politikaların kolaylaştırıcı unsuru olmuş ve bilerek onlara yardım etmişlerdir. İşte o kara tarihten bu yana mülteci sorunu ortaya çıkmıştır.

1995 yılında Bakan Nikolo Fituş Filistinlileri “İnsanlığın göçmenleri” (insanlık kalıntıları olarak da anlaşılabilir) olarak niteledi. Biz o zamanlar bu söze gerekli cevabı verdik.

Şimdi on üç sene sonra Bakan Basil, insanı sinirlendiren, saçma sapan sözler söylüyor. Uzun ve zor yıllar boyunca Lübnan’da Filistinliler için hep bu sözler söylendi. Bu ülkede bilgi durumu değiştirmiyor, hep ayanı rahatsız edici üslup devam ediyor.

Bundan altmış sene önce Filistin mülteci kamplarında yaşayan çocuklar, Lübnan’ın çeşitli yerlerinde yaşayan çocuklarla kavga ettiklerinde, onlar evlerini satıp Lübnan’a yerleşen kişiler olduklarını söylüyorlardı.

Ben gençken bu sözlere sokaklarda çok rast geldim. Şimdi aradan altmış sene geçti, bir şey değişmedi, aynı sözleri şu ya da bu bakanın azgından duyuyoruz.

Bu ilmi makaleyi yazdım çünkü bu tür bilgilerin o tip bakanların, başta da Bakan Basil’in başvuracağı ve bundan sonra o tip laflar etmeyeceği bir hale gelmesine sebep olmasını temenni ediyorum.

Fakat diğer taraftan da sağırlar toplantısına iştirak etmiş bir köre benzemekten de korkuyorum. Ben ilmi ve tarihsel gerçeklerin bir sesi olması gerektiğine inanıyorum. Diğer taraftan da Filistinlilerin ne kadar hızlı vurursan sana o kadar hızlı geri dönen bir kum torbası gibi olduğuna inanıyorum. 

Çeviren: Emrah Kekilli

(Not:Yukarıdaki yazı forum.filistinetkinlik.com’dan alınmıştır.)

h1

Filistin Toprağı!

22 Nisan 2010

Filistin toprağı!

Geçenlerde bir yazımda Filistinlilerin topraklarını satarak kaçtıkları yönündeki propagandanın yalan olduğunu yazmıştım. Aynı yazıda ‘1948’de İsrail devleti kurulduğunda Yahudiler Filistin toprağının yalnızca % 5-6 ‘sına sahip idiler’ demiştim. Bir çok okur bu bilgiden dolayı şok olduklarını itiraf ederek bu konu ile ilgili detayların yazılmasını rica etmişti..

Bugün sizlere bu konu ile ilgili bazı bilgiler vermeye çalışacağım. Bu bilgileri çeşitli kaynaklardan derleyerek özetliyorum. Yahudilerin Filistin’deki tapulu mülkiyetleri ile ilgili olarak farklı oranlar olmasına rağmen en yüksek oran olarak % 8’i alarak bunun dökümünü vereceğim. Yani Yahudiler bu topraklara nasıl sahip olduklarını anlatacağım.

Filistin’in yüz ölçümü yaklaşık olarak 27 milyon dönüm. Bunun % 8’i yaklaşık olarak 2 milyon dönüm. Yahudiler bu kadar toprağa bakın nasıl sahip olmuşlar:

1- 1900 yılların başlarında 850 bin müslüman ve Hıristiyan’a karşın Filistin’de yaşayan Yahudi sayısı yaklaşık olarak 30 bin civarındaydı. Bunlar o toprakların inasanlarıydı. Bunların sahip oldukları toprak yaklaşık olarak 200 bin dönümdü.

2- İttihatçıların 1911 darbesiyle işbaşına gelmerinden sonra İstanbul hükümeti Şam ve Filistin’e Mason ve Sebataycı valiler ve görevliler gönderdi. Bu görevliler 1911-1917 yıllarında Filistin’deki Yahudilere sahip çıkarak onlara devletin topraklarından yaklaşık olarak 400 bin dönüm arazi sattılar. Bunların belgeleri Osmanlı arşivinde var.

3- İngiliz komutan Allenbi ile birlikte Aralık 1917’de Kudüs’e giren Yahudi çeteler, Osmanlı ordularının çekilmesi ile bazı stratejik bölgeleri ele geçirdiler.

Bunun üzerine; İngiliz sömürge valisi ilk iş olarak ve yardımlarının karşılığında Siyonist Yahudi Ajansı’na 300 bin dönüm arazinin tapusunu hibe olarak verir.

Bununla yetinmeyen Vali aynı ajansa sembolik fiyatlarla 100 bin dönüm araziyi satar. Daha sonra da Vali Hole ve Bisan bölgesindeki Sultan Abulhamid’e ait 150 bin dönüm araziyi Yahudi vakfına hibe olarak verir. Böylece Yahudiler, İngiliz sömürge valisinden toplam 665 bin dönüm arzinin tapusunu almış oldular.

İngiliz işgal güçlerinden destek alan Yahudiler giderek yayılıyordu. Kurulan terör çeteleri ile Filistin halkını korkutup sindirmeye çalışan Yahudiler zaman zaman İngiliz askerlerinden de destek alıyordu.Yurt dışındaki Siyonist örgütler de onlara her türlü maddi ve manevi destek veriyordu.

Bundan güç alan Yahudiler, İngilizlerle birlikte Filistinlileri içki, uyuşturucu ve fuhuşa sürükleme çabasına girişirler. Buna paralel olarak da Yahudiler korkuttukları bazı Filistinli ve Araplara değerinin on ya da yirmi katı para teklif ederek arazilerini satın almaya çabalarlar.

İşte böyle bir çaba ile Yahudiler 1917-1947 yılları arasında 600 bin dönüm toprağı satın alabilidiler. Ancak bu toprağı satanlar Filistinliler değil, tersine Suriye ve Lübnanlı Hıristiyanlardı. Çünkü Osmanlı döneminde Filistin ve Lübnan, Şam eyaletinin bir parçası idi ve herkes istediği yerde yaşayıp mülk edinebiliyordu.

İşte bu koşullarda Filistin’de arazi satın alan ya da Osmanlı Sultanı tarfından arazi hibe edilen Suriye ve Lübnanlı bazı Hıristiyan tüccar ve toprak ağaları yaşanan Siyonist terör ortamında Yahudilerin yüksek fiyatlarına dayanamayıp arazilerini satmışlardı.

İster Suriyeli, ister Lübnanlı olsun arazisini Yahudilere satanların tam listesi vardır. Örneğin Beyrut’lu Mişel Sersak ailesi tam olarak 400 bin dönüm araziyi Yahudilere satmıştır. Siyonist çeteler bu topraklarda yaşayan 2546 Filistinli aileyi kovarak yerlerine Polonya’dan getirilen Yahudileri yerleştirdiler.

Gelelim Filistinlilere…

İngiliz işgal güçlerinin ve Siyonist Yahudi çetelerinin tüm baskı, tehdit ve cinayetlerine rağmen Filistinliler yalnızca 300 bin dönüm araziyi Yahudilere satmış ya da satmak zorunda kalmıştı. Kendi iradesiyle ve yalnızca yüksek fiyatlar karşılığında toprağını satan Filistinlilerin büyük bölümü halk tarafından hain ilan edildi ve bir çoğu öldürüldü.

İşte Filistin halkının toprak hikayesi budur…

Şimdi olduğu gibi geçmişte de Filistinlileri yenemeyen Siyonist Yahudiler, yalan propagandalarla onları lekelemeye çabalıyor. Osmanlının bölgeden çekilmesi ve Filistin’in İngilizlerin işgaline uğraması ile yaşanan bunca acıya rağem Filistin halkı mücadelesini sürdürmektedir. 1948’de işgal edilen Filistin topraklarında yaşayan yaklaşık bir milyon Filistinli ile 1967’de işgal edilen topraklarda yaşayan 3 milyon Filistinliden hiç birinin toprağını satmadığını belirterek bu konuya nokta koymak istiyorum. Yazdıklarıma hala inanmayanlar varsa bunun tersini yazsınlanlar da görelim…

Plavradan propaganda yapmak kolay…

Bu palavraları atanlar, değil 50-60 yıl bir-iki yıllığına Siyonist teröristlerin cinayetlerine maruz kalsaydılar bırakın arazilerini herşeylerini satıp kaçarlardı!

Ama Filistin halkı bunu yapmadı ve asla yapmayacaktır! Bunun tersini söyleyenler ya da düşünenler artık utansın! Çünkü; yalnız son dört yılda İsrailliler 3800 Filistinliyi öldürdü. Bunların 699’ı çocuk, 9’ı gazeteci, 220’si sporcu, 36’sı sağlık elemanı, 249’u kadın ve 749’ı öğretmen. İsrail aynı süre içinde 43599 Filistinliyi yaraladı, 6912 evi yerlebir etti, 600 bin zeytin ve narenciye ağacını kesti ya da yaktı, 365 fabrika ve işletmeyi yıktı ve son olarak inşa etmekte olduğu Utanç Duvarı için 211 bin dönüm Filistin toprağına el koydu…

1967’den sonra işgal edilen Filistin topraklarına yurt dışından getirilen Yahudiler tarafından inşa edilen yerleşim bölgeleri için İsrail yaklaşık olarak 2 milyon dönüm araziye el koydu.

Hala İsrail’e ve onun satılık yandaşlarına inanan varsa onlara söyleyecek bir çift sözüm kalıyor: ‘Allah günahınızı bağışlasın’!

Hüsnü MAHALLİ

(Not: Yukarıdaki yazı Hüsnü Mahalli’nin 27 Aralık 2004 tarihinde Yeni Şafak Gazetesinde yayınlanan köşe yazısıdır)